Tanpınar'ın Yetim Romanı Aydaki Kadın'a Bakış
Tanpınar’ın vefatıyla,
onun çalışma masasında yarım kalmış bir roman olan Aydaki Kadın, Güler Güven
tarafından Tanpınar’a ait dört bin sayfa notun derlenmesiyle bir araya
getirilerek okuyucuya sunulur. Tanpınar’ı seven okuyucu kitlesi olarak bu
derleme bizleri bencilce mutlu etse de Tanpınar’ın sanatçı kişiliğindeki
mükemmellik arayışını az çok bilen biri, onun bir eseri defalarca düzenlemeden,
zihnindeki kusursuz noktaya ulaştırmadan yayınlamayacağını tahmin edebilir, zira
kendisi de Aydaki Kadını yazmaya devam ederken günlüğüne şu satırları
yazmıştır: “Romandan memnun değilim. Yeniden yazmak lazım.” Onun,
romanını pek çok açıdan yetersiz görmesi ve tamamlayamaması sebebiyle, Aydaki
Kadın Ahmet Hamdi’nin yetim kalan romanıdır.
Romanın daha ilk sayfadan
bir rüya ile başlaması, yazarını ele verir. Tanpınar, Freud’u iyi bilir ve
psikanaliz hakkında da oldukça bilgilidir. Rüyaları, bir uyanış lahzasına en
olmayacak şeyleri, bütün bir zaman ve hayatı sığdıran sanat olarak tanımlar
ve romanda sıklıkla rüyalar hakkındaki görüşlerini Selim’in ağzından bizlere
aktarır. Ve “Rüyalara, psikolojik izahları dışında inanmam.” der.
Ana karakter Selim, rüyasından
uyandıktan sonraki hislerini, deniz mağarasına benzeyen, besleyici, sıcak ve
çok rahat bir vasattan kopmak olarak görür. Anne rahmini temsilen Freud’un da
sıklıkla kullandığı sembol mağaradır. Tanpınar’ın deniz mağarası betimlemesi,
anne karnındaki hayati sıvının yani amniyotik sıvının temsili olarak
görülebilir. Ayrıca ilerleyen sayfalarda Selim’in mutsuz hayatına tanık
oldukça, rüya ve anne rahmi bağdaştırmasını daha iyi anlarız. Rüyalar, Selim
için realiteden kaçıştır. Aydaki Kadın romanının ana karakterinin rüyasının da
bilinçsizce yazıldığını düşünemeyiz. Zira Tanpınar, psikanaliz bilgisini
eserlerinde oldukça sık kullanır. Bu noktada, karakterleri tahlil için rüyayı
incelemek yerinde olacaktır.
Büyük bir kalabalık bir
pencerenin önünde toplanmışlar, ne olduğunu, kimin olduğunu bilmediği çok güzel
ve parıltılı bir şeyi elden ele geçirerek muayene ediyorlardı. Selim durmadan
“verin artık!” der gibi elini uzatıyor fakat bir türlü tutamıyordu. Rüyayı
ancak gören yorumlayabilir fakat bu eserin sembolik bir eser olması dolayısıyla,
çok güzel ve parıltılı bu şey bana Leyla karakterini hatırlatıyor. Çünkü Leyla
çevresi tarafından oldukça beğenilen, pek çok erkeğin arzu, aşk ve hayranlık
duyduğu bir kadındır. Ve rüyada Selim’in sadece ‘verin artık bana’ der
gibi tavrı ve bunu da belirsizce yapması, Leyla’nın hayatını hep dışarıdan
izlemiş ve Leyla’yı kazanmak için hiçbir eyleme geçmemiş olmasını anımsatıyor.
Bu sebeple Leyla’nın hayatına giren erkekleri, sevgi dolu bir kıskançlıkla
izliyor fakat o parıltılı mücevhere asla sahip olamıyor. Rüyanın devamında “…yüzüm
kendi yüzüm değildi. Tanıdıklarımdan birinin yüzüydü. Belki Süleyman, belki bir
başkası, belki bütün tanıdıklarım.” Psikanalitik rüya yorumlamasından da
biliriz ki, bir kişi birden çok kişinin temsili olabilir. Bu sebeple, asıl
hatırlananın yani “Süleyman” karakterinin, Selim için neyi çağrıştırdığını
irdelemek gerekir. Bu bilgiye de ilerleyen sayfalarda ulaşırız. Selim’in
kendisini “kendimi gizledim, düşündüğümden başka türlü hareket ettim” sözüne
karşılık kardeşi Süleyman’ın özgürce yaşaması, istediğini istediği anda
yapması, ayrıca da bir yazar olan Selim’in, Süleyman’ın oldukça etkileyici
hikayeler yazdığına da çocukken şahit olması, Süleyman’ı, Selim’in olmak
isteyip olamadığı kişiymiş gibi sezdirir sanki bizlere. Bu noktada bir de
Süleyman’ın babalarına ne kadar benzediğinden bahsedilir. İki erkek kardeşten
birinin babalarına çok benzemesi, pek çok yönüyle babasının tekrarı olması da diğer
erkek çocuk için kıskanılasıdır. Zira oedipus kompleksinde karşıdaki güçlü
rakip olan baba gibi olmayı Selim başaramamış fakat Süleyman bilinçsizce
babasının varlığını kendi benliğinde devam ettirmiştir.
Tam bu benzerliğin
ardından gerçek manada bir ego savunma mekanizmalarından birine şahit oluruz,
Selim, Süleyman’ı budalaca ve acemice bir hayat yaşaması sebebiyle
acınası bulur. Bu mekanizma benlikçe kabul edilemeyen davranışları haklı
göstermek için görünüşte makul açıklamalar bulmayı ve bunlara inanmayı içerir.
(Hjelle ve Ziegler, 1992). Selim’in bu tutumu uzanamadığı ciğere kokuşmuş diyen
kedi hikayesini de anımsatır.
Romanda bilinç akışı
tekniğine yer verilir. Ayrıca da romanın pek çok bölümü ustaca, sahne ışığı
tekniği kullanılarak yazılır. Yazar, karakterlerin, hareketlerinden
yaşantılarından bahsettikten sonra sahnenin ışığını onlara çevirir ve ardından
karakterler, ruh dünyalarını ve geçmişlerini kendi ağızlarından anlatırlar.
Teknik yönüyle ve 24 saatlik bir zaman diliminde geçen bir roman olması
sebebiyle, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi romanını da anımsatır. Çünkü
Ağaoğlu, sahne ışığı yöntemini bu romanda başarıyla uygulamıştır.
Bilinç akışı ile geçmişe
dönüşler de sıkça yer tutar. Geçmişe dönüşlerden bir tanesinde Selim,
okuyucuya en yakın arkadaşına bile açamadığı bir sırrını anlatır. Selim, çocukken
sevdiği komşusunun kızı Atıfe’nin annesiyle ilk cinsel birlikteliğini henüz çok
küçükken yaşar ve nymphoman olarak tanımladığı Zümrüt Hanım ile ilişkisini üç
yıl sürdürür. Selim’in Zümrüt Hanıma romantik duygular da beslemesiyle, Zümrüt Hanım’dan
aldığı sert bir geri dönüş, Selim’de korkunç bir ızdırap yaratır. Kendisinden
yaşça çok büyük olan bu kadınla ilişkisini, bir diğer ego savunması olan yer
değiştirmeyle açıklamak mümkün olabilir. Yer değiştirme, içgüdüsel dürtünün
kabul edilebilir bir nesneye yöneltilmesi olarak tanılanabilir. Annesi ile
cinsel birliktelik arzusu, ensest yasasına takılan genç erkeğin, annesi yaşında
bir kadınla ilişkiyi sürdürmesi akla bunu getirebilir. Bu ilişki boyunca da
süperegosunun baskısından kaçamaz, zina işlediğini, ayıba ortak olduğunu
düşünerek vicdan azabı yaşar ve ailesine karşı korkunç bir utanç duyar.
Roman günümüze
geldiğinde, bu kez, orta yaşlı bir Selim’i görürüz. Pek çok genç kadının
ilgisine rağmen, kendi meseleleri içinde kaybolan bir karakterdir. Yıllar önce
sevmeye başladığı ama bir türlü kavuşamayıp hep uzaktan izlediği Leyla’nın
evindeki kokteyl, metnin asıl mekanını oluşturur. Selim’in yıllardır sevdiği
Leyla, Selim’in de yakın dostu olan Refik ile evlidir. Leyla, pek çok erkeğin hayallerini süsler,
Asım, Nuri, Refik, Suat, Selim… Bu yönüyle bu karaktere Leyla isminin
verilmesinin de altında, sembolik olarak, aşık olunan, istenen kadın imajı
vardır. Pek çok erkeğin, ona kavuşamayıp da Mecnun’a dönüşmesi de bundandır
diye düşünüyorum. Leyla’nın İstanbul’da yalıdaki davetine isteksizce katılan
Selim, Tanpınar’ın klasik roman karakterlerinden biri olduğunu bizlere tekrar
gösterir. Selim mutluluğu dışarıdan izler ve sadece acı duyar. Geçmişte Leyla
da Selim’i sevmiştir fakat kendisinin de anlamlandıramadığı bir şekilde kuzeni
Refik ile evlenir. Refik, karısı Leyla ve yakın dostu Selim’in mazisini bilir,
fakat bu münasebete hiç olmamış gözüyle bakar, bu noktada bir başka ego
savunması olan bastırmanın gölgesine şahit oluruz. Refik kendisine zarar verecek
bu duygu ve düşünceleri, bastırır ve hiç olmamış gibi devam eder. Fakat
bilinçdışında hiçbir duygu sonsuza dek kalamaz. Refik de bu sebeple olacak ki,
Selim ve Leyla’nın dostluğuna sürekli olarak vurgu yapar, kendini bir yalana
inandırmaya çalışır gibidir. Çünkü onun için, Leyla’nın bulunduğu her yerde
Selim de vardı.
Leyla ise davete,
Selim’in ona aldığı kolye ile katılır. Kendi verdiği kalabalık davetteki
samimiyetsizlik içinde boğulur. Gözleri her yerde Selim’i arar, bir yandan
aklına, Nuri de düşer. İç konuşmasındaki itiraflarına şahit oluruz, Leyla,
Nuri’yi değil, Nuri’nin ona olan ilgisini sevmektedir. Refik’in herkesi memnun
etmeye çalışan tavrından ise rahatsız olur. O gece aklı ve kalbi çok karışık
bir Leyla görürüz.
Roman, musikiyi, sanatı,
devrinin politikasını içerirken asıl olarak karmaşık aşk hikayeleri ekseninde
kuruludur. Selim’in, Asım’ın, Refik’in, ve Suat’ın karmaşık ruh dünyalarının
odak noktasına Leyla’yı koyar. Tanpınar’ın ferdi meselelere odaklanmak
niyetiyle başladığı roman, büyük ustanın vefatıyla tamamlanamaz. Taslaklar,
kokteyl gecesindeki Selim ve Leylanın karşılıklı iç konuşmalarıyla son
bulacağını söylese de, okuyucular olarak biz, Aydaki Kadın romanının gerçek
sonunu hiç bilemeyeceğiz. Selim’i ve Leyla’yı zihnimizde yaşatacak ve belki de
onlara kendimiz bir son yazacağız, harikuladeliğini kaybettirmeye. (21 ağustos 2020 tarihinde mahal edebiyat dergide yayınlanan yazımdan)

Yorumlar
Yorum Gönder