Eril Edebiyatın Gölgesinde Kadın Olmak


 “Hem psikolojik hem de biyolojik anlamda insanlarda ne saf bir erkeksilik ne de saf bir kadınsılık vardır.” diyen Freud’dan sonra Carl Gustav Jung, anima ve animus arketiplerinin varlığından bahseder. Jungiyen kurama göre erkek, kolektif bilinçdışında animayı, kadın ise animusu barındırır. Böylece bilinçdışı, tek taraflı bir cinsiyet deneyimini değil dual bir deneyimi ruha aksettirir. Kolektif bilinçdışındaki, karşı cins ile barışmış birey, rasyonelliğini ve sezgiselliğini kullanarak üretken olabilir. Cinsiyetçi söylemler ise kaynağını kolektif bilinçdışındaki karşı cinsle olan çatışmadan alır.

Almanca, İspanyolca, Arapça veya diğer pek çok dilin aksine Türkçe, erillik ve dişilik vurgusu olmayan nadir bir dildir. Nesnelere cinsiyet atfeden pek çok dile karşılık Türkçede kelimeler cinsiyetsizdir. Buna rağmen, Türkçede eril söylemler oldukça fazladır. Pek çok işin ‘erkek işi’ olarak görülmesi, bir yanlışı vurgulamak için kullanılan ‘kadın gibi yapmak’, kadını takdir etmek için kullanılan ‘adam gibi kadın’, söylemleri erilliğin dildeki vurgusuna örneklerden yalnızca birkaçıdır.

Edebiyatın da yıllarca pek çok diğer mesele gibi erkeğe atfedilmesi kadın kalemini gölgede bırakmıştır. Hal böyle olunca edebiyatta söylemin dili de erilleşmiştir. Edebiyat erkek işi olarak görüldüğü için yıllarca gizlenerek, anonim isimlerle veya erkek mahlaslarıyla yayın mücadelesi veren kadın yazarlar tahmin edebileceğimizden de fazladır. Kadınların, yayın özgürlüğüne kavuşması çok da eskilere dayanmaz. Bu noktada sükut suikastine kurban edilen kadın kalemlerden de bahsetmemiz gerektiği kanaatindeyim. 

 Ahmet Mithat Efendi ile birlikte bir roman yazan ilk Türk kadın romancı Fatma Aliye Hanım, ‘bir kadın’ ve ‘Mütercime-i Meram’ takma adlarıyla edebiyat dünyasında yer alır. Hocası ve destekçisi Ahmet Mithat Efendi, Fatma Aliye Hanım’ı her zaman desteklese de dönemin şartlarının kadın kimlikli bir yazara hazır olmadığını belirtir fakat ona yazdığı bir mektupta “Seyyidem, erkekler arasında emsali bulunmaz bir fazılasınız!..” diyerek övgüde bulunur.

Cahide Üçok da yıllarca Cahit Uçuk ismi ile yazarak, edebiyat dünyasının o günkü kurallarına göre oynayan yazarlarımızdan biridir. Erkek ismi ile yazarak eril dilin gölgesinden kurtulmayı hedefler Cahide Üçok. Hatta erkek ismiyle yazdığı yazılar kadın okuyucu kitlesi tarafından o kadar beğenilir ki, kadın hayranlarından “ince, kadın ruhlu bir erkek” olduğu gerekçesiyle iltifatlar ve aşk mektupları alır.

Döneminin kadın algısının kurbanı olarak, yazdığı hiçbir esere adını veremeyen fakat, devrinin ve ardından gelecek olan kadın yazarları derinden etkileyecek olan bir diğer yazar da Jane Austen’dır. Gurur ve Önyargı romanı günümüzde hala en çok okunan romanlardan biridir. Yazın hayatını ‘a lady’ (bir hanım) takma adıyla sürdüren Austen da, edebiyatın erkek ile sınırlandırıldığı bir devirde, kadınlığı ile değil eseri ile değerlendirilmek arzusuyla kendini gizlemiştir.

   “…edebiyat bir kadın işi olamaz ve olmamalıdır. Esas görevlerine ayırdığı zaman arttıkça edebiyata, sadece bir kendini geliştirme ya da boş zamanları değerlendirme aracı olarak bile ayıracağı zaman azalacaktır.”

Bu satırlar, yazmak, üretmek, var olmak arzusunda olan bir kadına gelen mektuptan birkaç satır. Charlotte Brontë, Robert Southey tarafından kendisine yazılan bu mektuba şöyle cevap veriyor:

“Size minnet duygularımı bir kez daha sunmama izin verin.  İnanıyorum ki yazdıklarımın yayınlanması için artık hiçbir istek duymayacağım. Eğer duyarsam mektubunuza bakıp bu isteğimi bastıracağım.”

Charlotte Brontë, bir edebiyat eleştirmeni tarafından gelen bu mektuptan oldukça etkilenir. Bir kadının kendisini edebi dünyanın kollarına bıraktığında, asli kadın vazifelerini yerine getirmeye zaman bulamayacağı konusunda, eleştirmene zorunlu hak verir. Uzunca bir süre yazmaz ve üretmez. Öyle bir dönem düşünün ki, bir kadının yazdığı binlerce dize, eril bir güçten gelen birkaç satır ile susturuluyor. Bir kadının, üretme, düşünme, yaratma, var olma özgürlüklerinin elinden alındığı bir dönem…

Günümüz edebiyatına biraz daha ilerledikçe oldukça şaşıracağımız bir diğer gizlenme hikayesi, çok satanlardan asla düşmeyen Harry Potter serisinin yazarı J. K. Rowling’in hikayesidir. J. K. Rowling’in erkek bir yazar olduğunu düşünen kitle azımsanamayacak kadar çoktur. Yayımcısının, okuyucu kitlesinin erkek çoğunluklu olacağı bir serinin kadın kalemden çıkmış olması okunma oranları düşüreceği inancı ile Joanne Rowling adı ile yayın yapamamıştır.

"Erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları "ezeli" ve de "ezici" bir soru vardır: Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”

Virginia Woolf, bu soruya yaratıcı gücü ancak özgürlüğün ortaya çıkartabileceğini, yetenek kadar, eğitimin de kadına kurgu gücü vereceğini, sadece bağımsız, kendine ait bir odası ve parası olan kadınların olduğu toplumlarda, Shakespeare gibi dehaların bulunabileceği cevabını verir. Ayrıca Woolf’a göre tarihteki tüm anonim yazar ve şairler kadındır çünkü bir erkek her zaman yayın gücüne ve düşünme özgürlüğüne sahipken tarihte kadınlara böyle bir özgürlüğün verildiğine pek rastlanmaz. Özgürlük bireylere yazma gücü ve cesareti verir, yıllarca kadınların kaleminin susturulduğu toplumlara, “Neden kadınlar Shakespeare gibi bir deha çıkartamıyor?” demek oldukça haksız bir sorudur.

           

Günümüz edebiyatını incelediğimizde, 21. Yüzyılda, edebiyat kısmen de olsa bir erkek işi olarak görülmekten öteye gidebilse de kimi kitlelerce ‘kadının yeri’ tartışmaları hala sürdürülmektedir. Erkek kalemi tarafından idealize edilmiş bir dünyaya adım atmak, bir kadın hareketi oluşturarak ‘kadın edebiyatı’ değil cinsiyetsiz bir edebiyat yaratmayı denemek, bir reformdan çok daha fazlasıdır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Issız Adam ve Issız Ada

Marcel Proust'un Ruh Dünyasından

Sosyal Normlar ve Kültür