Edebiyat ve Psikoloji Bağlamında Ödipal Kompleks
Freud, nereye gidersem
gideyim benden önce bir şairin oraya gittiğini görüyorum diyordu, bu sözün bir büyüsü
olduğunu düşünüyorum zira edebiyat, insan duygularının ve davranışlarının engin
bir denizidir bence. Her türlü edebi aktarımın, şiirle sınırlı tutulmaksızın, psikoloji
ile ilişkisi vardır. Bu ilişkinin gücünü yine edebiyatta bulmak mümkün
olacaktır. Hakikat odur ki, psikolojinin bilim kabul edilişi yenidir ama
edebiyatın tarihi insanlıkla beraber başlar. Edebi karakterler, psikolojik
kavramlara kimi zaman ilham olur kimi zaman da bu kavramların ispatını
edebiyatta buluruz.
Edebiyat ve psikoloji
bağlamında en çok analize tabi tutulan kavramlardan biri de oedipus
kompleksidir şüphesiz. Kavram kısaca, erkek çocuğun, aldığı ilk nefesten
itibaren ilgi ve sevgi nesnesi olan annesinin kendisinden ayrı bir varlık
olduğunu ve bu özerk varlığa sahip olmasını engelleyen çok güçlü bir rakibin de
var olduğunu fark etmesi ile başlar. Kavram, erkek çocuğun, baba karşısında, hadım
(iğdiş) korkusu ile annesine duyduğu cinsel arzularını bilinçdışına iterek
bastırdığını vurgular.
Antik Yunan mitolojisi oedipus
kompleksine isim verir. Mitolojide özetle, bilmeden babasını öldüren Kral Oedipus,
annesiyle evlenir ve tahta geçer, gerçeği fark ettiğinde ise kendini kör eder.
Hem karısı hem de annesi olan kadın ise gerçekleri öğrenince dayanamaz ve
intihar eder. Freud Totem ve Tabu kitabında, “…bilinen bir görüşe göre baba
katilliği hem bireyin hem de insanlığın başlıca ve ilkel suçlarındandır.” diyor.
Kral Oedipus, bilinçsizce işlediği cinayet sonucunda baba katili olur.
Gözlerini kör etmesi de babasının yerine geçtiğinde kendini iğdiş etmesi olarak
yorumlanabilir. Bu hazin son bana Freud’un “Kendi baban olabilmek için
babanı öldürmek istedin. İşte şimdi baban sensin; ama ölü bir baba.” sözünü
hatırlatıyor.
Freud,
Dostoyevski’nin kişiliğini ve eserlerini psikanalitik duyarlılıkla inceler ve
ondan ilham alır. Yine Freud’un bakış açısına göre Dostoyevski’nin tüm
hayatında peşini bırakmayan ölüm benzeri epilepsi nöbetleri de onun ölmüş
biriyle ya da ölmesini dilediği bir kişiyle özdeşleşmesinden kaynaklıdır.
Dostoyevski’nin ilk sara nöbetini babasının ölüm haberiyle yaşamış olması da bu
açıklamayı güçlendirir fakat tam anlamıyla bir kanıt sağlamaz. Ölüme oldukça
benzer olan bu ataklar, çene kasılması, dil ısırılması, idrar tutamama
patolojilerini gösterir. Dostoyevski’nin histerik olduğunu varsayabileceğimiz
bu atakları akla yine baba figürü ile olan problemleri getirecektir. Dostoyevski
,ödipal kompleksi ve baba katilliğini, Karamazov Kardeşler romanında ana tema
olarak işlemiştir, bu romanı klasikleştiren de derin psikolojik tahliller
içermesidir bence. Nietzsche’nin de Dostoyevski için “ O , kendisinden
bir şeyler öğrendiğim tek psikolog” demesi, Dostoyevski’nin insan ruhunun
derinliklerini, önce kendinden biliyor olması kaynaklıdır diye düşünüyorum.
Alman edebiyatında Kafka,
Babaya Mektup kitabında, “… Benim gibi ergenlik çağına girmiş bir çocuğun
senin gibi gelişimini tamamlamış bir erkekle nasıl bir ilişkiye girmesi
gerektiği hesaplanabilir miydi? Eğer bu yapılabilseydi beni, benden geriye
hiçbir şey bırakmayacak şekilde ezip yok edeceğin düşünülebilirdi…” (syf.13) sözleriyle
baba figürü karşısında güçsüzlüğünün farkında olan, kompleksi altında ezilen
bir erkek çocuğunu akla getirmiyor mu? “Beni ezip yok edeceğin” sözü ise
bana iğdişlik korkusunu hatırlatıyor. Yine özellikle dikkatimi çeken nokta şu
ki kitabın orijinal adı Babaya Mektup’tur. Lacan, “bilinçdışı dil gibi
yapılanır” derken böyle bir örneği mi kastediyordu, zira Kafka’da, kendi
babasından yabancı gibi söz eden bir erkek çocuğu görmekteyiz. Benimsenmemiş,
içselleştirilmemiş bir baba figürü… Bu noktada psikolojinin, bu
içselleştirilmeyişi, dilin bilinçdışı tarafından yönetildiğine bir vurgu olarak
göstereceği kanısındayım.
Türk edebiyatına
baktığımızda ise Cemal Süreya’nın şiirinde de ödipal komplekse rastlamak
mümkündür.
…
Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni.
Süreya sevdiği kadına beni
öp diyerek, hem sevgilisinin cinsel bir arzuyu gerçekleştirmesini istiyor hem
de sonra doğur beni diyerek sevgilisinden bir anne fıtratı bekliyor. Bu şiirde
doğrudan bir baba nefreti görmüyoruz fakat, anneyle sevgili olamayacağını
anlayan erkek çocuğun, sevgilisine annelik rolünü de yüklediğini söylemek bence
mümkündür.
Türk edebiyatında da
Kafka’nın Babaya Mektup türüne benzer bir eser de Oğuz Atay tarafından Babama Mektup
başlığıyla yayınlanmıştır. Mektup, artık ölmüş bir babaya yazılan bir itiraf
gibidir. Kimi zaman babasını göklere çıkaran Atay, kimi zaman da kendisinin birçok
yönden ondan daha iyi olduğunu söyler. “Senin dilini, görünüşteki bütün
karşıtlığınıza rağmen, galiba sadece annem bilirdi.” cümlesi ise, anne
figürünün, babaya ait olduğunu kabullenişi çağrıştırır. Atay, babası ile
benzerlik ve farklılıklarını bir bir sıralarken, okuyucu olarak, aşılamayan bir
ödipal komplekse şahit oluruz sanki. Kendisi de bu konuda mektubunda babasına
şöyle yazar: "Oğlum sende Oedipus kompleksi var mı?" diye sorsaydın
ne karşılık vereceğimi bilemezdim sanıyorum.
Görüleceği üzere, aynı his, dünyanın farklı
yerlerinde, farklı dillerde, farklı bir üslup ile aktarılma şansı bulmuştur.
Bana göre, edebiyat, psikolojinin eski bir dostudur ve insan anlaşılmak ve
anlamak için edebiyatın selamına ihtiyaç duyar. Yalom,“Freud’un büyük
görüşlerinden hiçbiri bilimsel bir yolla doğmamıştı. Eksiksiz her biri kendi
sezgilerinden, sanatsal tahayyülünden, edebiyat ve felsefe donanımından ortaya
çıkmıştı.” sözüyle de büyük psikoloji düşüncelerinin kaynağını edebiyattan
ve sanattan aldığını özetliyor.

Yorumlar
Yorum Gönder