Çocukluğun Soğuk Geceleri Üzerine Bir İnceleme
Çocukluğun
Soğuk Geceleri, Tezer Özlü ’nün ilk romanıdır. Otobiyografik bir roman olarak
nitelendirilmekle beraber bu kadar kısa bir anlatının roman niteliği taşımadığı
tartışmaları da sürmüştür. İncelemeyi, otobiyografik bir roman perspektifinden
bakarak sadece Tezer Özlü ‘nün hayatı ile sınırlandırmak bir kadının ruh
dünyasının bu denli özgür davetine haksızlık olur diye düşünüyorum.
Otobiyografik bir roman olduğunu söyleyerek sadece Tezer Özlü ‘nün yaşamına
indirgenmemeli bu kitap. Küçük bir kız çocuğunun hayatı algılayışı, düşünülenler
ama söylenemeyenler, akıl hastanesinin odasında bağırılamayanlar, bir kadının düzene
isyanı ve devrimci bir ruhun yılgınlığını da içeren satırlar var bu kitapta. Bu
sebeple roman Tezer Özlü ‘nün de anmak istemediği patolojik herhangi bir tanımlamadan
uzak kalarak okunmalı.
Yaşanan
anlatılırken tekrar yazılır bu yüzden de her hayat bir hikâyeye dönüşebilir. Geçmişi
anlatmak, yazmak belki de hikayeleştirirken iyileştirmeyi mümkün kılar. Delirmemek
için yazıyorum diyen Tezer Özlü de ilk satırlarında çocukluğundan bahseder
çünkü yazmak biraz da baştan yaratmaktır, onarmaktır. Çocukluğun Soğuk Geceleri
başlığı hepimize hitap etmektedir bence, kimin harika bir çocukluğu olmuştur ki?
“Her insanın derininde kendinden az çok gizlediği, içinde çocukluk dramının
aksesuarlarının bulunduğu bir arka odası vardır.” diyor Alice Miller.
Hayatın kökleridir çocukluk. Bir çocuk için herhangi bir şey hafızaya dram
olarak kazınabilir. O yüzden kimin çocukluğunun geceleri soğuk değildir ki?
Roman
dört bölüme ayrılır, bu bölümlerin hepsi tek bir hayatı dört farklı dönemin
penceresinden anlatır. Her birinde farklı bir başkaldırı göze çarpar. Ev
bölümünde, küçük bir kız çocuğunun gözünden tanrının varlığı sorgulanır ardından
da inkâr edildiği görülür. Bu inkâr vurgusu, varoluşçu perspektiften insanın
özgürlüğüne açılan kapıdır. Varoluşçuluk insanın önceden belirlenmiş bir varlık
olmadığını özgür eylemler neticesinde kendini var ettiğini öne süren felsefedir.
Sartre’a göre ise, insan tanrı tarafından belirlenen bir öze sahip olmaması
sebebi ile kendi özünü kendisi yaratmak zorundadır ki bu da özgürlüğün ilk
adımıdır. Aynı evin içinde dini değerlerine düşkün yaşlı bir kadın olan Bunni’nin
varlığı, anlatıcının gözünden amaçsız bir yaşamın göstergesi olarak sunulur.
Böylece inkar, hayatı anlamlandırmaya yönelik bir misyon kazanır.
Ev bölümünde en baskın olan izlek ölümdür. “Ölüm
düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli
bir nedeni yok, yaşansa da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnızca. Küçük dünyanız
sizin olsun.” Psikanalitik kuram çerçevesinde tüm hayat hedefe yönelmiş
durumdadır, yegâne hedef ise ölümdür. Bu noktada yaşam, en büyük haz olan
ölümün ertelenmesidir. Ölüm dürtüsünün baskınlığı ve anlatıcının pek çok kez vurguladığı
ölüm güzellemeleri, cansız olana geri dönüş arzusunun tasviri gibidir.
Anlatıcı henüz lise çağlarında iken ilk
intiharını gerçekleştirir. İntihar, Freud’a göre yas ve depresyonla
ilişkilendirilir fakat romanda baskın olan yas veya depresyon değil
melankolidir. Melankoli, yastan nesne yokluğu farkı ile ayrılır. Yas
durumlarında tanımlanabilen kayıp bir nesne vardır. Melankolide kaybedilen
nesne tanımlanabilse dahi, o nesnenin benlikten götürdüğü belirsizdir, bu da
derin ve karanlık ruh halinin ıstırabını beraberinde getirir. Anlatıcının intiharı sembolik bir anlamla örtülür:
intikam.
…güzel
ölü bir gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim
kurallar var. Bir haykırış!
Okul
ve Okul yolu bölümünde ise başkaldırılan toplumsal eşitsizlik ve eğitim sistemidir.
Müslüman mahallesinde, Katolik bir okula giden genç kız, rahibelerin hayata, tanrıya
bakışını sorgular ve modern kentin boğucu düzenine öfke duyar. Romanın geri
kalanında belirginleşecek bir diğer izlek olan cinsellik ikinci bölümde yoğunlaşır.
Anlatıcının kardeşi Süm ve kuzenleri arasında yaşadığı eşcinsel ve çocuksu
olarak nitelendirilen birliktelik ergenlik çağının başlarına kadar sürer. Bu eşcinsel
çocuksu deneyim, anlatıcıya göre yasaklanan bir arzunun özlemini bastırma amacı
taşır. Yasaklanan arzu ise toplumca kabul edilmeyen kadın-erkek cinselliğidir.
Anlatıcı yaşanamayan kadın- erkek cinselliğinin yarattığı sıkıntılardan
bahseder. Dürtü tatmine dönüktür ve yasaklanmalarla karşılaştığında ikame bir
nesnede tatmin aranabilir. Bu eşcinsel birliktelik dürtünün, yasaklanan
bölgeden başka bir bölgeye göçü olarak değerlendirilir. Ölüm gibi yok olma
dürtüsünün karşısında beliren bu cinsel dürtüler yaşam arzusu ile özdeştirilir.
Bu iki baskın izlek, ölüm dürtüsü olan thanatosun yaşam dürtüsü olan eros ile süreğen
çatışmasına örnek olarak gösterilebilir. Thanatos ve erosun çatışmasına bir
diğer örnek ise, anlatıcının babaannesi Bunni’nin cenazesine bebeği ile
gelmesidir. Böylece, ölüm ve yaşam aynı sahne içinde okuyucuya aktarılır.
Üçünü
bölüm olan Léo Ferré konseri, evlilik kurumuna ve toplumsal kadın erkek
ilişkilerine bir eleştiri sunar. Ben büyük bir erkek kadın ayrımı yapmıyorum.
Önemli olan yanındaki insanın sıcaklığı ile kendi bedenini birleştirmek,
ikisinin kaynaşması. Neden dost olmadan, erkek kadın, karı koca olmaya çabalıyoruz?
Sevişmek için ilkin nikah imzası mı atılmalı? Bizim insanlarımızın, insan
sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. Anlatıcının üç dört
yaşımdan beri bir erkeğe gereksinme duyuyorum ve artık yanımda bir erkek
olmadan uyuyamıyorum itirafı ve bir önceki bölümde duyduğu yalnızlık korkusu
Karen Horney’in kişilik kuramı çerçevesinde değerlendirildiğinde bizleri nevrotik
eğilimlerin temeli olan iç (intrapsişik) çatışmalara götürecektir. Temel
kaygıyla başa çıkmak için insanlara yönelmek bir savunma mekanizmasıdır.
Yalnızlıktan korkan ve bu yüzden istemese de birlikteliklerini sürdüren
anlatıcı, yaşamında yanında olacak birine nevrotik bir ihtiyaç duymaktadır.
Üçüncü
bölüm olan Léo Ferré konserinde anlatıcı uzun yıllar kaldığı hastane
odalarından bahseder. Bu çok kısa anlatının en kasvetli bölümü hastane
odalarında genç bir kadının yaşadıklarıdır. Elektroşok tedavisinin yarattığı
korkuyu, anlatıcı yıllarca üzerinden atamaz. Ana rahmi metaforu edebiyatta sıklıkla
rahatlığı ve yaşamın en huzurlu evresini anlatmak için kullanılırken,
anlatıcının, ana karnındaki gibi, geçici, tedirgin bir uykuya düşüyorum tasviri
ve hissettiği huzursuzluk şaşırtıcıdır.
Son
bölüm olan Yeniden Akdeniz’de ise 12 Mart döneminin devrimci ruhunun yılgınlığı
göze çarpar. Devrimcilerin, daha güzel bir yaşam için kırklı yaşlarda ölmesi anlatıcıyı
oldukça etkiler “Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar
ötelerde değil. Güzel yaşam burada.” Cümlesiyle
beraber bu son bölümde yaşama arzusu ortaya çıkar, anlatıcı yaşamı kucaklamak
ister, yaşamı sevmenin ve karşılamanın ölüme alışmayı sağlayacağını düşünür. Yeniden
Akdeniz’de göze çarpan diğer nokta, derin bir ‘eve ve babaya’ dönüştür. Anlatıcı
ölen devrimci arkadaşlarının ardından “Yalnızca bu mahallenin güzellikleri,
yaşamak ve yaşamın tadına varmak için yeterli. Onu ölümden alıkoymaya
yetmeliydi bu doğal veriler.” Düşüncesi okuru, anlatıcının ilk intiharından
sonra, babasının “Bu kadar güzel yemişler varken, insan nasıl ölmeyi düşünür?”
cümlesine götürür. Böylece eve dönüş gerçekleşir.

Kitap zaten bir başyapıt ama tasvirleriniz, düşünceleriniz de oldukça iyi bir referans. Onu anlamak isteyenlere...
YanıtlaSilKitabı okumak(!) mı daha iyi yoksa böyle hakikaten okuyandan dinlemek mi daha iyi karar veremedim.
YanıtlaSil