Suzan Defter
Türk
romancıları için, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal çalkantıları derin bir konu
kaynağıdır. Adalet Ağaoğlu, Latife Tekin, Orhan Pamuk ve daha pek çok Türk romancı,
12 Eylül dönemini romanlarına kaynak yapmıştır. Suzan Defter romanı da konusunu
12 Eylül dönemi çalkantılarının gölgesinde bir aşk hikayesinden alır. Suzan
Defter baskısı itibari ile kendinizce bir okuma yöntemi geliştirmeniz gereken
bir romandır. Başta basım hatası olduğunu düşünebilirsiniz fakat kitabın sol
tarafı bir erkeğe sağ tarafı ise bir kadına aittir. Okuma yönteminiz romanı
farklı bakış açılarından değerlendirme imkânı verecektir.
Roman
bir kadın ve bir erkeğin günlüklerinden oluşmaktadır. Ekmel Bey ve Derya’ya ait
satırlar, aynı güne bir kadının ve bir erkeğin bakışını sunar. Okurken,
yalnızca bilinçdışındaki animanın (kadın) ve animusun (erkek) dengesini bu
denli sağlayabilen bir yazarın hem erkek ruhunu hem de kadın ruhunu bu kadar
derin aktarabileceğini düşündüm. Ayfer Tunç tam olarak da bunu başarmış bir yazar.
Ekmel
Bey
Ekmel
Bey, günlüğünde adını gizlemeyi tercih eder sonrasında ise bunu şöyle açıklar: Ad
vücudu var kılar. Ekmel Bey’in günlüğünün ilk sayfalarından bir depresyon
kokusu geldiği aşikârdır. Hayatın döngüsünden sıkılmış, işini yapmayı bırakmış,
tüm gününü evde uyuyarak geçirirken ölümü bekleyen bir adamdır. Karısıyla
yıllar süren mutsuz evcilik oyununun bitmesi ile içinde bulunduğu yavan düzeninden
kurtulur. Mutsuz evliliğinden bir kızı olan Ekmel Bey, karısının birebir
yansıması olan kızı Bilge’yi de bir türlü sevemez. Yıllarca kendi evinde durgun
bir hücre olarak yaşayan Ekmel Bey, asla kendi evliliğine ait olamaz. Ekmel’in
anlatımından öğreniriz ki, içinde büyüdüğü ailede de örnek bir evliliğe hiçbir zaman
şahit olamamıştır. Gaddar, sevgisiz bir anneye karşılık aşık bir babanın
gölgesinde, hiç sevilmeyen bir adam ile büyürken, çocukluğu, aşık anne
babaların çocuklarına özenerek geçmiştir. Ekmel Bey’in en azından aşık bir
kadının rahmine düşseydim cümlesi aşka nasıl uzak ve hayran olduğunun bir
kanıtıdır. Jung bilinçli olmayan ne varsa kader olarak deneyimlenecektir der. Farkındalık
evresine ulaşamayan bilinçdışı kalıplarımız hayatımızı yönlendirmeye devam
eder. Ailemizin kaderini bilinçdışımızda sürdürmeye devam ederiz ta ki bilinç
evresinde onlar ile yüzleşene dek. Ekmel Bey’in aşksız ve tatsız bir ailenin
gölgesindeki yaşam seyri, ona mutlu bir evliliğin var olamayacağını göstermesiyle
beraber kendi evliliğinde de babasının rolünü üstlenir, tek bir farkla, Ekmel Bey
karısına aşık değildir fakat yine de bir sığıntıdır, kabul göremeyen bir
adamdır, evin mobilyasından daha az sevilir, kendi kızını bile sevemez çünkü kızı
bile ait olamadığı bir ailenin bir ferdidir. Geçmiş kendini unutturmamak için
çabalar ve varlığı ile bir yerlerde durarak kendisini sunar.
Travma,
fiziksel bir kayıp ya da zorlanma ile sınırlandırılmaz, ruhsal aygıta baskı
yapan ve başa çıkılması zor olan her türlü uyaran travma yaratabilir. Küçük bir
çocuğun gözünden, aynı evin içinde yaşıyor olmalarına rağmen herhangi bir
bağlılık gösteremeyen ve kopuk iki ebeveyn travma haline gelebilir. Annem
evimizi ev yapamamıştı der Ekmel Bey, kendisi de aile kurmayı beceremez, kendisine
bir yuva kuramadığı gibi, bu dengeyi sağlayabilecek bir kadın ile değil, uzak
ve sevgisiz bir kadın ile evlenerek kendi ailesinin kaderini bilinçsizce
sürdürür. Bu ise patolojik boyutta bir depresyonun en temel kaynaklarından biridir.
“Her
pazar günü karımla birbirinden uzaklaşarak kuruyan iki su damlası olduk.
Annemle babam her pazar birbirlerini erittiler” diyen
Ekmel Bey, anne ve babasının mutsuz evliliğini kendi evliliğinde de
görmektedir.
Derya
Derya,
tam olarak anlaşılamayan bir karakterdir zira kendi hikayesi yoktur. Sığındığı,
özendiği, paylaşamadığı, kıskandığı bir aşk hikâyesinin gölgesi vardır tüm
hayatında. Derya’nın günlüğünü okurken, Atilla İlhan’ın Üçüncü Şahsın Şiiri
aklıma geldi,
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
…
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım
Gerçekten
de Derya’nın hislerinin tercümesidir bu dizeler. Kötü bir baba ve annesinin
yokluğu ile büyüyen Derya’nın abisinden başka kimsesi yoktur. Abisinin büyük
aşkı Suzan ile hikayesinin üçüncü kişisidir. Abisine duyduğu hayranlık ve aşk,
hayatının merkezindedir. Günlüğüne yazdığı, abim babamdı, itirafı ve
abisinin paylaşılamayan aşk nesnesi olarak Derya’nın hayatındaki yeri, Elektra kompleksini
akla getirir. Elektra kompleksi sanılanın aksine Freud tarafından değil, Jung
tarafından öne sürülen bir terimdir. Kız çocuklarının baba figürüne olan
saplantılı bağlılığını anlatmak için kullanılır. 3-6 yaş arası kız çocuklarında
görülen bu kompleks, Suzan’ın varlığı ile tekrar alevlenmiştir demek mümkün
olacaktır zira Derya için güçlü baba figürü abisidir. Bir diğer değerlendirme
ise Erich Fromm’un varoluşsal ihtiyaç olarak tanımladığı köklülük arzusu kapsamında
yapılabilir. Bireyin büyüme sürecinde, ana rahmi gibi güvenli gördüğü bağlarından
sıyrılması sağlıksız bir durum olan saplantıya yol açabilir. Böyle bir durumda
birey, güven duyduğu kişilerden kopmakta zorluk yaşar ve bağımlı bir bireye
dönüşebilir. Bu bağımlılık sürdürülemediğinde ise, öfke kaçınılmazdır. Derya’nın,
Suzan’dan sonra abisinin hayatına giren bir diğer kadına da duyduğu öfke,
içinde bulunduğu saplantılı bağımlılık ile açıklanabilir.
Derya, Abisinin varlığını kimseyle paylaşmayı
göze alamaz özellikle de Suzan gibi güçlü bir aşık ile. Abisinin aşk
hikayesinde bir gölge gibi gezer, Suzan ile abisini birleştiren de bu
birleşmeden acı duyan da odur. Abisine inat olarak evlenir fakat bu evliliği de
abisinin varlığından kurtaramaz. Kocası Cihan’ın aşkına karşılık veremez böylece
mutsuz bir evlilik yaratır. Abisinin hayatı ise gelgitler ile kaplıdır. Hapis
hayatı, Türkmenistan’a kaçış, 12 Eylül’ün hayatlarına etkilerindendir. Bu karmaşanın
içinde Suzan aşkına hep sadık kalır sonra da yüreğinde korlar ile çıkar bu üç
kişilik aşktan. Derya kendi hayatını başrol oyuncusunu çekememe sendromu olarak
tanımlar. Gözünde çok sevdiği abisi ise Suzan’ın gidişiyle idealist
karakterinden sıyrılarak yeni bir hayat kurmuştur ama Suzan’ın aşkını sessizce
içinde sürdürmeye devam etmiştir.
Ekmel
ve Derya
Ekmel
ve Derya’yı buluşturan onların yaralarıdır. İkisi de hayatta hiç var olamamış,
sadece seyirci olarak etrafında olan biteni izlemiş iki karakterdir. İçlerinde
saramadıkları yaraları ve yaşanmayan pek çok şey onların varlığını oluşturur. İkisinin
ortak kaderi, aşkı arzularken bir türlü aşka kavuşamamaktır. Ekmel Bey’in
sadece evine birileri gelsin diye evini satışa çıkartması ve tek istediğinin
onu dinleyecek bir arkadaş olması da modern hayat insanının sorunlarından biri
ile okuyucuyu yüzleştirir.
Derya ise kendi iç sesine tahammül edemez bu
yüzden her gün dışarı çıkarak, kendisini yalnızlığından kurtarmak ister. Yine
böyle bir günde, Ekmel Bey’in satılığa çıkarttığı evi sadece günü bitirmek niyetiyle
görmeye gider. Ekmel ve Derya’nın yolları böylece kesişir ve birbirlerinin
dinleyicileri olmaya karar verirler. Ekmel Bey ve Derya’nın bu karşılıklı dinleyici
temasındaki dostluğu bir süre devam eder. Bu süreç içinde Ekmel Bey, Derya’nın gerçek
adını asla bilmez. Derya’nın Ekmel Bey’e kendini Suzan olarak tanıtması,
ardından Ekmel Bey’in evinde varlığını Suzan olarak devam ettirmesi, Suzan’ı gömdükleri
geçmişten çıkarmak adına yapılan nafile bir çabadan öteye gidemez. Ekrem Bey,
hayatında hep aşkı aramış bir adam olarak Derya’nın ağzından dinlediği Suzan’ın
aşk hikayesi altında ezilir. Dostlukları, vazifesini yerine getirdiğinde son
bulur. Bu dostluk Derya'yı Suzan’ın varlığı ile yüzleştirirken Ekmel Bey gün
geçtikçe güzelleştiğini düşündüğü Suzan’a beslediği tüm hislerine rağmen gitme diyemez.
Erikson’un
insanın sekiz çağı üzerinde kurduğu kuram değerlendirmesi kapsamında; Ekmel
Bey, yetişkinlik yıllarında kurması beklenen yakınlığı kimse ile kuramamıştır.
Yakınlık kurmaya hazır olan birey, kendi kimliği ile bir diğer kişinin kimliğini
birleştirebilmektedir. Yakınlık kurmaktan kaçınan bireyler ise yalıtılmışlık
ile karşılaşmaktadır. Yalıtılmışlık, dönemin ihtiyacı olan sevginin oluşmasını
engeller. Bu dönemde aşılamayan bu bağ kuramama hali ilerleyen zamanlarda
bireylerde patolojik sonuçlara yol açabilir. Ekmel Bey bunun sonucu olarak
hikayenin sonunda kaderi olan korkunç yalnızlığı ile yine baş başa kalır.

Harika bir yazı olmuş kaleminize sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim✨😊
SilEkmel Bey daha fazla ilgimi çekti ;
YanıtlaSilEkmel Bey’in çocukluğunun ifade ettiğiniz ortamda geçmesi , evlilik için eş seçimine yansıması nasıl olmuştur? Ekmel eş seçimini anne rol model bazında mı yapmıştır yada gerçekten doğru seçimi yapmış olup çocukluktan kalma resesiflik mi eşini dominant yapmıştır? Kendi mi meydana getirmiştir kendisine değer vermeyen eşini???